AKIL VE VESVESE

 

Akıl, insana verilmiş en büyük nimet. İnsanı insan yapan, Allah usturlâbında olmaya lâyık kılan nitelik. Akıl, sebeple netice arasında sağlam bağlantı kurma yeteneği. İnsana özgü. Ama unutmamak gerekir ki, vehim vesvese de insana özgü. Niçin?

Aklın fiilinin, yani düşünmenin öğesi, bilinenlerle mukayese yaparak bilinmeyenle nedensellik ilişkisini kurabilmektir. Bir kasırganın ne denli hasara sebep olabileceğini, daha önce meydana gelmiş şiddetli rüzgâr olaylarından çıkarabiliriz, iki kere ikinin dört ettiğini bilince, iki kere dördün sekiz edeceğini bir kıyaslamayla öğrenip belleriz.

Ya ilişki denklemi kuramadığımız olaylar? Ya, bilinemeyenin, hiç kıyasa gelmeyenin davranışları ve bu davranışların neticeleri?

Hemen şu gerçek karşımıza çıkıyor: Aklın el atamayacağı sahalar var. Bu sahalarda ısrarla aklı kullanmaya çalışmak, on mumluk ampulle gece karanlığında ufku taramaya benzer. Sonuç, olsa olsa ancak vehimler, gölgeler, hayaletlerdir.

Aklımız, kişisel akıl, tasavvuf deyimiyle cüz’i akıl, İlâhi aklın yanında ummanda bir zerre bile değil. Olsa olsa, külli akıldan bir misaldir.

Külli akıldan esintiler yakalama aracı ise, akıl değil, gönüldür. Seziş, Duyuş… Çünkü gönül, tek. Akıl gibi cüzlere ayrılmış değil. Cümle âlem, tek gönülde… İlâhi aklın, külli aklın yayınını o akıldan bir duyuş diye ifade edebileceğimiz gönlün anteni yakalar. Öyleyse şu sonuca varabiliyoruz demektir: Tek gönülün kudreti bireysel varlığımızı sardığı, gönlün yayını kişiliğimizin parazitlerinden arınabildiği oranda, İlâhi aklın keyfini süreriz. Büyük keşiflerin, birden içe doğuş şeklinde fışkırdığını hatırlarsak, dediğimizin doğruluğunu kanıtlamış oluruz.

Kendi mütevazı hayatımızda da en sağlam kararların, en umulmadık eserlerin böyle meydana geldiğini görmüyor muyuz? Cüz’i aklın san’at eseri yaratamaması da bundan değil mi?

Şüphesiz, yukarıda dediğimiz gibi akıl en büyük lütuf. Ama külli akıldan uzak tutulduğunu ve kişilik sevdasına, ‘ben’ iddiasına sebep olduğu, yani gönülle bağı kesildiği oranda, vesvese kutusudur. Ve tersine, gönle yol verdiği oranda da, Sultan-kul tevhidine kapıyı açan sadık hizmetkâr olur.

Yanlış anlaşılmaması için vurgulamamız gerek: Cüz’i aklın rolü büyük. Şaşırtsa, benlik sarhoşu kılsa bile rolü büyük: İç âleminizi alacaya bulayan, tek hakikat rengini prizmanın bin bir noktasından akseden revnakle bezeyen, aradığımızı kaybettirip, sonra bulmamıza imkân sağlayan, varoluşu dinamik kılan, cüz’i akıldan başka nedir? Bütün temel din kitaplarında ‘ilim’ meyvesini koparması için Âdemi kandıran Şeytan, ‘o çamurdan, ben ateştenim, öyleyse ben daha yüceyim, ona secde etmem’ mantığını kullanan Şeytan, azmış cüz’i akılda değilse, nede görünür?

Şu ilâhi dengeye çok dikkat etmek gerek: Kararında kullanılan her şey bizi hakikat varlığıyla aynı gayeyi paylaşmaya götürür, karardan ayrılıp eski tâbirle ifrata ya da tefrite düşmek ise, sapıklığa vardırır. Azgın inkârcıyla azgın sofu, aklını her şey zanneden kurnazla aklı kullanmaya hiç yanaşmayan softa, aykırı yollarda koşar görünseler de, aynı hedefi paylaşır, boşluğun cehenneminde kaynarlar.

Yüce peygamberimizin ‘en iyisi ortasıdır’ hükmü de, Kuranı Kerim’in ‘mizânı (dengeyi) bozmayın’ âyeti de aynı gerçeği söylemiyor mu?

Cüz’i akıl, külli akla ulaşmaya hizmet ettiği ölçüde faydalı iksirdir. Ve varoluş, gönülle, kişisel varlığa hâkim cüz’i aklın uzlaşma oyunudur. Madde ile mana ilişkisinde, yani kılıçtan keskin sırat üzerine…