Kul mecazen, Hak hakikaten faildir.

Bu dünya esfele safilindir yani idrakin, aşağının da aşağısında olduğu bir makam. Bir de esfele safilini iyi ve parlak gösteren bir durum vardır ki; bu durumun icabına şeytan denilmiştir. İnsana dünyada yaşamak, düzene uymak için verilen akıl (nerede olduğunun idrakinde olmayıp) ileri gidip Allah’a ukalalık etmiştir. Ruh ise, yücenin emrinden olduğu için yücedir. Hatta o, esfele safiline atıldığı halde, halden hale girip, her türlü çirkefin ve karanlığın içinden, yine aslına tertemiz olarak döner.

Ey hayretine düşüren Allah’ım, benim hayretimi artır!

Çünkü sen, varlığın maksadısın. (Varlıkta nasıl da gizlisin!)

Kulun varlığı Allah’ın varlığının kahrında ve bağrında ifna olur, yani tükenir.

Kulun varlığı ve yokluğu, sukûnu ve hareketi O’ndan olunca, kul O’nun kudretinde hayrette kalır ve

‘ben de kim oluyorum ve ne üzereyim (oluş maksadım nedir) der. İşte bu soruyu sorma idrakine varan için, ‘kim kendini bilirse, Rabbini bilmiş olur’ denmiştir. Yani, kim kendini fena ile tanırsa (yok bilirse), Hakkı beka ile tanımış olur. (Hakkın baki olduğunu bilir). Kendinin fani olduğunu bilen, aklının da, sıfatının da fani ve yok olacağını bilir.

Tevhid (Yalnız Allah’ın var olup, Kul’un yok olduğunu bilmektir).

Bütün varlık üzerinde, Allah’ın tedbir ve idari tasarruflarının, Onun kudretinin hükümleri ve icapları mecrasında cereyan etmesi tevhiddir. Cümle varlık kul olarak, Allah’ın huzurunda iradesiz bir heykel gibidir. Üzerinde sadece Allah’ın kudretinin eserleri ve onun tasarrufu cevelân eder (dolaşır). Zira cümle varlık, onun tevhit (birlik) umanındadır. Fenanın (yok oluşun) sebebi, insanın, Allah’taki hakikatler ile Allah’ın kurbunda (yakınında) olmasından dolayı hissini ve hareketlerini kaybetmiş bir hale gelmesidir. Bu vaziyetteki kulun son hali, yani dünyadaki hali, ilk hali olan elest-bezminde bulunduğu zamanki haline dönmüştür. Böylece olmadan (doğmadan) evvel olduğu gibi, arı ve duru olmuştur. Bu halin idrakine varan, ölmeden evvel ölmek sırrına varmıştır.

Allah’ın maksat ve muradı ifadeye girmez. Ancak Allah’tan çare olmayınca, kul ne yapar. (Eğer Allah maksat ve muradını kuluna gerçekleştirme konusunda yardımcı olmasa kul nereden bilsin Allah’ın muradını ki, onu yapabilsin). Kul, Hakkı bildiği kadar dahi, O’nu ifade edemeyecektir. O’nu tanıtamayacak, anlatamayacaktır. Kul acizdir ve kendi kendine idraki, dava ve iddiadan başka bir şey değildir. Bunu idrak ettiği an, geriye susmaktan başka ne çare kalır. Onun için, Allah’la olanın sözü az, hayreti daimi olur. Bunun için acz taleptir (acz içinde); ‘Allah’ım Sensin, Sensin, Sensin’ demek muhabbeti ilâhiyedendir, kalbi Allah’a bağlamak yoludur.

Allah’ı tanıyan için ne Hak ne de batıl hükmünü sürer. (Kalbini Allah’a bağlayan için artık ne hak kalır ne batıl) Kalbe rücû eden kul ile Hakka rücû eden kul arasında fark vardır. (Kalbi Allah’a bağlayabilmek) başarısı da Allah sayesindedir. Allah bize kâfidir. (O ne yapacağını bilir)

Halkın hareketlerinin ve sükûnlarının Allah ile olduğunu bilen, marifet ehlidir. Marifetullah (Allah’ı biliş hali) Allah’tan gelir, kula lütûftur. Tüm varlığın, bilhassa insanın bütün harekâtı, düşüncesi Allah’tan gelir, faili mutlak odur. Kul mecazen, Hak hakikaten faildir. (Kul hareket ediyor, yaşıyor gibi görünür, aslında yaşayan Allah’tır)

İnsan, Allah hakkında marifet (biliş) sahibi olmaktan aciz olduğunu kavradı mı, tek gerçek marifet bu olur. Halbuki (bu halde bile) acz, mevcuttur. Bu durumda tevhit (Allah’la bir olma hali)

ahadiyetteki güzelliği görmeğe mani olan bir perdedir, hicaptır. Kûn, (emri ile var olan varlık) Allah’a perde ve hicaptır (Allah’ı gizler). Ayna şekli gösterir. (bu varlık âlemine bakan şekil görür, Allah’ı göremez) şekil ortadan kalkınca aynaya bakmak neye yarar? (varlık âlemi olmazsa da mana âlemi, Allah görünmez) onun için ‘Tevhit ettim’ diye bir saplantıya girenler ahadiyetteki güzelliği göremez. Allah ve kul hali, tevhit değil kesrettir. Kul ortadan kalkarsa tevhit olur. İkilikte, tevhit yoktur.

Onun için kûn âlemi, kesrettir. (Kûn emriyle varlık Allah’tan –Bir’den- ayrılmıştır, bedenle tevhid olamaz).

İman

İmana gelince, iman ikrar ve sözdür. İman sadece marifetten ve bilmekten ibarettir. Bazıları da taata (ibadete) iman derler. Bazıları da iman tasdiktir der. Bazıları da iman, ikrar, tasdik ve ameldir derler. İmanın bir aslı ve kökü, bir de feri yani kolu ve dalı vardır. Aslı kalp ile tasdik, feri ise emre riayetkâr olmaktır. Emrin illeti (niyeti) taat (ibadet) değil, marifettir (Allah’ı biliş). Her ne kadar taat hasıl olsa da, marifet olmayınca bunun bir faydası olmaz. Marifet mevcut olunca, taat olmasa bile en sonunda kul huzura erer.

Allah’ın cemal, celal, kemal sıfatları ilahidir. Allah’a mahsustur. Bu sıfatları cüz-i varlığında taşıyanın kalbi, heybetin mahalli olup, şevk muhabbetin neticesi ve tesiridir.

Kalp, muhabbet mahalli, göz rü’yet (bakma) ve temaşa (seyretmek) mahalli, ruh ibret yeridir. Kulluğu, derin bir şevk ve kuvvetli bir iştiyakla severek eda etmek, insandaki külfeti ortadan kaldırır. Hakikatte kulluk, Hakk’ın hidayetine kavuşmuş ve ona bitişik (Allah’ın istediği gibi) olan davranıştır. Bundan dolayıdır ki, Hakk’ın dalâlete düşürdüğü bir kimse, (Allah’ın kendine verdiği rolü, şevk ve iştiyakla, şikâyet etmeden yaşamadığı için) doğru yola ulaşamaz, hidayete eremez. Hak kimi doğru yola iletmek irade ederse, onun kalbini açar, gönlünü şerh eder yani açar, kimi de dalâlete (gaflete) düşürmek isterse, göğsünü dar ve sıkıntılı hale getirir.